Edirne’de tahliye edilip yıkılan bir köşkün duvarları arasında bulunan bir zarfın içinden çıkan ve ilk sayfasında “Pek vakitsiz terk-i diyar eyleyen talihsiz ve müteveffa Doktor Nazmi Bey’in hatıratının son sayfaları. Tahrir eden: Nazmi Bey’lerin aile ahbabı Selim. 12 Eylül 317 (25.09.1901)” yazan, herhangi bir defterden koparılmış birkaç sayfa. Tarihle haricinde elden geldiğince sadeleştirilerek yazıldı… Meçhul bir yazar.)




20 Ağustos 317 (2 Eylül 1901)
Edirne’den ayrılalı bir hayli zaman geçti ki döndüğümde tekrar aynı buldum. Çocukluğumun gençliğimin geçtiği o bahçeleri, sokakları şu yaşımda, belki yılların tesiri ile eskimiş olarak da olsa tekrar görmek, hatıralarımı adeta yeniden yaşadığım hissiyatını uyandırdı.
Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduğum yıl Yunan Harbi patlak verince Edirne’ye bile uğrayamadan bazı gönüllü tabip hocalarımız ve bizden önce tabip çıkmış birkaç üst devreden meslektaşlarımızla beraber cepheye gitmiştik. Burada uzun uzun o kanlı savaş hatıralarını anlatmaya lüzum yok zira vakti zamanında bu satırlarda sayısız kere bahsettim. Ailem benden ancak savaş bittikten sonra havadis, bilgi, salık alabilmişti ki onları telaşa düşürmemek için havadis, bilgi, salık vermemiştim. Manastır Vilayeti’ne getirilen Girit muhacirlerinin bulunduğu mahallerde de bu gönüllü hizmetimizi sürdürdükten sonra ihtiyaç hâsıl olduğundan Manastır Vilayeti’ne yerleşmiştim.
Edirne’ye dönmemekteki bu ısrarım biraz da gönül meselesiydi. Tıbbiye talebeliğim müddetince Edirne’ye gelip gitmelerim esnasında tanıdığım ve uzaktan uzağa şairane bir aşkla tutulduğum meşhur Dankilo hanımın acı hatırası! Talebeliğim bitmeden onun eşraftan Hacıoğlu Mestan Bey’e tutulması ve Edirne’den kaçamadan Hacıoğullarının kurşunlarıyla iki aşığın can vermesi! Edirne’ye avdetim esnasında o acı hatıranın mekânı olan taş köprüden geçerken nasıl da ürpermiştim! Ölüm! Sayısız ölüm görmeme, eşkıya baskınlarından harplere bir nice çeşidini görmeme rağmen halen korktuğum ölüm! Yaşam dolu iki aşığın, iki genç bedenin akıbeti ölüm! İşte seneler boyu şehirden kaçmam bu acı hatıranın korkusuydu.
Seneler sonra beni Edirne’ye getiren ise Manastır’da komitacıların dağı taşı tutması olmuştu. Her gün Manastır’a basılan karakolların, vurulan postaların haberleri, ardından da yaralıları ve şehitleri gelmeye başlayınca o acıyı, o dehşeti daha çok kaldıramamıştım. Maksadım köşkümüzün bir odasını muayenehane niyetine kullanmak. Belki daha az dehşetli hadiselerle karşılaşırım, Balkanlardan kalma korkularımı bir nebze de olsa dindirebilirim…
21 Ağustos 317 (3 Eylül 1901)
Bugün ilk hastamı muayene etmeye muvaffak oldum! Mumcular Sokağı’nın derhal başındaki tek göz dükkânında takkecilik yapan Süleyman Ağa, artık muhterem bey babamdan mı işitti bilinmez bizim fakirhaneye teşrif etti akşamüzeri. Sırt ağrılarından yakınınca hem ekseriyetle devinim etmesini salık verdim hem de ağrılarını dindirmesi için ağrı kesici bir tür bitkiden mamul, Manastır’da kocakarılardan öğrendiğim bir merhem tarifi önerdim. Bu merhemi ilk işittiğimde faydalarını haliyle yabana atmıştım. Öyle ya ben ilmin ve fennin son harikalarından başkasına pek kulak asmazdım halen de öyleyimdir. Ama bu merhemin doksanlık ihtiyarların bile çeşitli uzuv ağrılarını dindirdiğini görünce ben de bazı şifalı merhemler ve ilaçlarla beraber hastalara tavsiye etmekteydim. Fen ve ilmin tedrisatından geçtikten sonra kocakarı ilaçlarından ziyan istikbal değil a?
22 Ağustos 317 (4 Eylül 1901)
Bizim muayenehanenin namı artık ebeveynlerimin sağda solda övmesinden mi yahut Süleyman Ağa’nın herkese yaymasından bilinmez Edirne içerisinde söylenir olmuş olmalı. Sabahtan akşama dek çeşitli zamanlarda ekserisi nevazilden mustarip altı hasta gelip gitti. Bu aralar hava pek bir soğudu, gelen hastalara civarlarındaki diğer kimseleri de sıkı giyinmeleri ve üşütmeleri halinde ıhlamur yahut nane limon kaynatmalarını salık verdim.
Gelenler nevazil olduğundan onlara da birkaç ecnebi şurubu önerdikten sonra Eczacı İzak Efendi’ye gönderdim. Bir tanesi daha fenaydı, ne olur ne olmaz diye Doktor Avram Efendi’nin Zindanaltı’ndaki muayenehanesine gönderdim bir de o muayene etsin diye.
23 Ağustos 317 (5 Eylül 1901)
Ne acılı ve felaketlerle dolu bir gün! Bu satırları şu an konuk bulunmak zorunda kaldığım Ayşekadınlı bir ailenin mütevazı hanelerinde yazmaktayım. Öğle vakti evime dek gelen dört yavrunun acılı babasının söyledikleri üzerine muayene çantamı kapıp hanelerine gittim. Adamcağızın zavallı zevcesini pek bir üzüntülü gördüm ki yas tutar gibi bir hali vardı. Dört evladının ateşler içinde yattığını görür görmez derhal üzerlerindeki battaniyeyi kaldırıp attım. Çocukların ateşini düşürmek için evin kömürlüğündeki hamamlarına hep beraber indirip sarnıçtan çektiğimiz soğuk sularla yıkayıp yeniden yataklarına çıkarıp bu kez üstleri açık bir şekilde yatırıp alınlarına soğuk suya batırılmış yağlıklar koyduk.
Sağolsun Avram Efendi de geldi, İzak Efendi’den aldığı ateş düşürücü ilaçları getirdi. Şimdi yavrucakların başında adeta nöbet tutmaktayım. Tıpkı Yunan Harbi’nin o kanlı günlerinde olduğu gibi…
24 Ağustos 317 (6 Eylül 1901)
Çocuklar biraz daha iyi gibiler ama nöbete devam ediyorum. Valide hanım eve gelen bir-iki hastayı da “bir-iki gün sonra gelsinler” diye art göndermiş, akşama doğru komşumuzun oğlu Hasan verdi. Avram Efendi de yatsıdan önce geldi, baktı gitti. Çok kötü olmayacaklarını, muhtemelen yarın daha iyi olabileceklerini söyledi. Tekrar de beklemekteyiz…
25 Ağustos 317 (7 Eylül 1901)
Çocuklar bugün daha iyiler. Tam iyileşmiş sayılmasalar da sağlıkları sıhhatleri iyi, kendilerini toparlamaya başladılar. Avram Efendi’yle beraber son kez baktıktan sonra haneme art geldim. Bir-iki hasta gelip gitti, onları muayene ettim, birisine tekrar ilaç tavsiye ettim. Bazı kimseler masum yavruları bir illetin pençesinden kurtardığımdan mütevellit akşam vakti kapı ziyaretime geldiler, dualarını noksan etmediler. Bu insanların duaları, temennileri olmasa ben bu mesleğin çilelerine, zorluklarına nasıl dayanırdım bilmem… Yalnız valide hanımın tekinsiz halleri beni korkutuyor. Sanki benden bir şey saklamaya çalışır gibi haminnem ile kaş göz işareti yapmalarından, sırlı hallerinden bir şeyler olduğu anlaşılıyor. Yahut bana öyle geliyordur…
26 Ağustos 317 (8 Eylül 1901)
Bugün sabahtan beridir dokuz hasta geldi gitti. Bey babam selamlıkta karşılaştığımızda: “Haydi bakalım, şehirde de namın yürüdü sayılır!” deyince pek bir utangaç oldum ama zannımca hakkı var. Hem Edirne’ye geldiğime ayriyeten seviniyorum doğrusu. Manastır’ın o komitaların cirit attığı karanlık gecelerine inat şehrin gecesi de gündüzü de pek bir aydınlık, pek bir iyi geliyor bana… Bunun haricinde tekrar valide hanımla haminnemin sırlı halleri dikkatimi celp etti. Birkaç kere ağızlarını aradımsa da bir şey olmadığını söylediler ağız birliği etmişçesine.
27 Ağustos 317 (9 Eylül 1901)
Bugün epey garip bir olay yaşadım. Yatsı ezanından sonra kapımız çalındı. Biz de öyle alafranga usulü pek yoktur, yatsıdan sonra kapı çalındı mı ya bey babam yahut evde bulunan herhangi bir erkek açar kapıyı. Ben de indim açtım. Karşıma ani simsiyah heyula gibi bir gölge dikilince gayri ihtiyari ürperdim. Karşımda yüzü peçeli, kara çarşafa bürünmüş ama boyu gördüğüm çoğu kişiden gayetle uzun bir hanım vardı karşımda. Beni ürperten de zaten uzun boylu oluşu olmuştu. İnsanı ürküten haşmetli bir sesle: “Bir-iki gündür sizi sordururdum evde yok derlerdi. Hunaşamzâde Hüsrev Bey özel bir mevzuyla alakalı olarak bu mektubu gönderdi.” diyerek elime isimsiz, yazısız bir zarf bırakıp gitti. Gecenin köründe kadın başına buraya kadar nasıl geldiğini anlayamamışken uzaktan uzağa duyduğum fayton sesleri merakımı dindirdi. Mektubu cebime sokup mabeyne çıktığımda haremlikten çıkıp gelen validemle haminnem kimin geldiğini sorunca, ben de onlara birkaç gündür beni sorduran “Hüsrev Bey”den havadis, bilgi, salık getiren uzun hanımı sorduğumda suratları değişiverdi. Haminnem: “Aman bırak şu uğursuzu, kapıya mı gelmiş yine?” diye söylenince bir hayli şaşırdım. Validem: “Hususi bir sorun deyip durdu ben de yok dedim. Ben de Hüsrev musibetinin ocağına yegâne evladımı gönderecek göz var mı? Ölürüm de bırakmam!” diye bağırınca iyiden iyiye şaşırdım! ,
Bu Hüsrev Bey kimdir necidir? Dağda eşkıya mıdır, komitacı mıdır, şehrin şerir külhanbeyi midir de validem onun adını işitir işitmez böyle korkuyla bahsediyor? Hem tanımadığı bir hanım hakkında haminnem nasıl uğursuz diyebiliyor? Haminneme kadını tanıyıp tanımadığımı sorduğumda: “Nereden tanıyayım kızanım musibeti? Hem tanımama ne hacet, Hüsrev uğursuzunun kapısından bir zaman hayırlı adam çıkmaz!” deyince iş iyice tuhaflaştı. Bey babam bile aynı şekilde: “Evladım hiç baş yorma, pek tekin bir kimse değildir!” deyince benim merakım da artmıştı.
Kimdi ki bu adamcağız bu denli korkuyla bahsedilsin? Ben nedenini sordukça bir şey demediler, ama gitmemem konusunda da ısrar ettiler. Neden gideceğim bir tarafa nereye gideceğim bile bilmediğim birilerinden muhafaza ediliyordum. Daha acayibi ise bunun sebebini bilmiyordum. Bey babam kaş göz işareti yapınca validemle haminnemden saklı olarak bu meseleyle ilgili bana bir şeyler söyleyeceğini tahmin ettim.
Hiçbir şey demeden odama çekildim. Kısa bir müddet sonra bey babam çıt ses çıkarmada odama gelip Hunaşamzâdeler’den bahsetti. Bunlar yöremizdeki insanların kendilerinden çekindiği bir garip sülale imiş, onların konaklarının yakınında bile pek gezip dolaşan olmazmış, şehirden kimselerle bile pek içli dışlı değillermiş falan bir-iki bir şey söyledi gitti. Hafızamı yokladım, Hunaşamzâde gibi garip bir ismi işitmek bir yana farklı isimlerle zikredilen pek çok konak ve çiftlik duymama rağmen böylesini dahi hiç işitmemiştim. Tam o anda aklıma cebime atıverdiğim name gelmesin mi? Derhal çıkarıp üzerinde koyu kırmızı renkteki mührün üzerindeki “Hunaşamzâde Hüsrev” yazısını gözlerim seçtikten sonra mührü kırıp zarfı açtım.
Name bozuk ancak okunabilen bir yazı ve kırmızı mürekkep ile kaleme alınmıştı: “Nazmi Bey; Namınızı şehrin eşrafından işitmiş bulunmaktayım ve namınızın hakkını veren bir tabip olduğunuzu da öğrendim. Ailemden yadigâr yeğenim çoğu hekimin teşhis ve tarifinde aciz kaldığı meçhul bir hastalığa duçar olmuştur. Zatı âlinizin bize bu hususta muavenet edeceğinden zerre şüphem yoktur. Bu sebepten tez vakitte şehrin taşrasında, Bosnaköy tarafındaki koruda bulunan konağımızı ziyaret etmenizi beklemekteyim. Yeğenimin durumunun ağırlaşmasından endişe etmekteyim. Hunaşamzâde Hüsrev.”
Konağın mıntıkasını öğrenir öğrenmez düş meyal çocukken uzaktan baktığımız ancak yaklaşamadığımız, sadece bir kere uzaktan gördüğümüz büyükçe bir konağı hatırlamıştım. Muhtemelen orası olmalıydı. Peki, ama neden ailem bu aileden böylesine tedirginlik duymakta? Bizimkilerin ağzını bıçak açmıyor, en iyisi yarın gidip bizim Selim’den meseleyi etraflıca öğrenmeli. Hem Edirne’ye geldim geleli görüşememiştik, vesile olur…
28 Ağustos 317 (10 Eylül 1901)
Bu insanlar ne tuhaf. Bugün hastaları kabul ettikten sonra akşama doğru Selim’i, Arastanın girişindeki küçük arzuhalci dükkânında ziyaret ettim. Uzun uzun muhabbet ettik, neticede senelerden beridir görüşmüyorduk. Ardından mevzuyu şu Hunaşamzâdelere getirdim. Evvela yüzü asıldı ardından “nereden icap ettiğini” sordu. Kulağıma şöyle böyle rivayetlerin geldiği yalanını uyduruverdim. Öyle ya ben senelerdir Edirne’den uzaktayım, Hunaşamzâdeleri falan nasıl hatırlayayım? Aramızda şöyle garip bir konuşma geçti, hatırladığım kadarıyla şöyle oldu:
“Bre Nazım nereden icap etti bu Hunaşamzâdeler meselesi?”
“Hususi bir sorun değil. Hastalardan kulağıma çalındı.”
“Hiç şaşırmadım. Dur tahmin edeyim, kati çocuklu kadınlardan duymuşsundur. Haşarı, çok ağlayan çocuklarını “Seni Hunaşamzâdelerin bahçesine atarım!”, “Seni Hunaşamzâdelere veririm!” diye korkutur ya bizim Edirne kadınları? Bizi bile korkuttular ya?”
“Ben düş meyal hatırlıyorum birader, ta okul zamanı ayrıldım şehirden mekânlar ve birkaç suret dışında hiçbir şey hatırlamıyorum.”
“Korkuturlardı be ya! Hani seneler önce sen, ben, verem illetinden vefat etmeden önce Murat hep beraber analarımızdan ninelerimizden duyduğumuz o yere gidelim demiştik ya? Bahçeye uzaktan uzağa baktık, girmeye korktuk. Sonra Murat girmeye kalktı da korkup vazgeçti?”
“Şimdi hatırladım! O konak ha? Pekiyi neden çekinir ahali onlardan?”
“Aslını neslini bilen yok ama onlardan Edirne’de korkmayan yoktur. Eşkıyalar, komitacılar bile ilişemez onlara. Kimi konağın civarında ölü kimselere rastlanır. Boynu yaralanmış, kan kaybından öldükleri rivayet edilen kimseler. Ahali ölümleri bunlardan bilir. Kimi büyü yaparlar der kimi mahzeninde Bulgar vilayetinden getirdikleri karakoncolosları var der bir sürü rivayet uydurulur. Ben hiçbir Hunaşamzâdeliye şehirde rastlamadım pek insan içine çıkmazlar. Belki köylerle daha ziyade alışverişleri vardır ama Edirne’nin köylülerinin bile pek yanaşabildiği bir yer değildir konakları.”
“İyi de o ölülerin masumların eşkıyaların, komitaların işi olmadığı ne belli? Ne diye bunlar sorumlu tutulmakta?”
“Eşkıya dediğin köy basar, adam keser, böyle sağda solda mevta bırakır mı? Doksanüç Harbi’nde ta Rumelinin neresinden bilinmez kalkıp Edirne’ye gelip o konağı yaptırmış bunlar. Konak yapıldı yapılalı da oranın civarından mevta eksilmez oldu. Ayda bir veya iki kişi, ya buralardan ya Meriç’in öte köylerinden kimseler… İşte ahaliyi korkutan budur. Bana sorsan aslı astarı yoktur…”
“Pekiyi şimdi sana desem ki bu Hunaşamzâdelerden Hüsrev Bey beni konağına çağrı etti?”
“Hasbinallah! Nereden icap etti? Hem sen nereden tanırsın onları?”
“Bana name göndermiş, yeğeninin hastalığından bahsetmiş. Ne dersin?”
“Çağırmışsa git tabi. Ama şimdi gitme, sabah gidersin.”
“Niye? Yollarda beni umacılar mı bekler?”
“Yok, ondan değil. Güneş battıktan sonra o yana gidebilecek talika bulamazsın!”
Bu insanlar ne tuhaf, ilmin ve fennin nice icatlar ve yeni mevzular keşfettiği bir vakitte eski zamanlardan kalma masallarla, korkularla örülü bir âlemde yaşamaktalar. Manastır’da bulunduğum esnada tabip ve zabit birçok arkadaşımdan işittiğim gibi insanımızın öğrenim eksikliği hep böyle eski ve gülünç itikatların yaşamasını sağlamakta. Yarın bizimkilere söylemeden erkenden konağa gideceğim, bakalım neymiş bu o kadar korkulan Hunaşamzâdelerin esrarı?
29 Ağustos 317 (11 Eylül 1901)
Öyle garip hisler içerisindeyim ki… Sanırım gönlümü genç bir hanıma kaptırdım. Bu vakte kadar böyle bir şey yaşamamıştım desem yalan olmaz. Gerçi zamanında benim de yaşadığım bazı şeyler oldu. Ancak hissettiklerime benzemiyordu. Edirne’de Dankilo Hanım ile olan habersiz sevdam ve seneler önce Manastır’a yeni geldiğim vakitlerde yaşadığım küçük bir gönül sergüzeşti… Manastır’a ilk geldiğim senelerde bazı zabit arkadaşlarla Askeri İdadi’de kalmamız sağlanmıştı, oradan da bizlerden cephe hatıralarımızı dinleyen genç öğrenci arkadaşlar edinmiştik. Onların dersleri bittiği sıra hep beraber çıkar şehri dolaşırdık. Akşam saatleri Manastır’ın Cadde-i Kebirinde yol üzerinde bir konakta, istisnasız her akşam balkonda zuhur eden bir güzel Eleni Hanım vardı. Ona olan ilgim de gayet tabi karşılığı olmayan bir sevgiydi. Ailesinin kızlarının Müslüman ahaliden birisiyle olan ilgiye karşı çıkmaları bir yana, genç öğrenci arkadaşlarımızdan Selanikli Mustafa Kemal alaka duyduğundan bu mevzuyu saklı tutmuştum.
İşte şimdi seneler sonra, bir gönül meselesi yüzünden tabiri caizse ırak durduğum Edirne, şimdi bir başka gönül meselesi nedeniyle beni kendine bağladı. Hislerimi yazıya dökebilir miyim bilmem… Tekrar de yazmalı…
Bugün sabah erkenden “Karaağaç’ta bir ahbabımı görmeye gideceğim!” bahanesiyle evden çıktım. Fil Yokuşu’nun başında denk geldiğim boş bir faytona atlayıp “Hunaşamzâdelerin Konağı”na götürmesini söyleyince bana garip garip baktı. Kesenin ağzını açınca pek kurcalamadan beni konağa götürmeye razı geldi. Bosna Köyü epey uzaktayken ağaçlıklar içine giren bir patikanın başında durdu, daha ileriye gidemeyeceğini söyledi. Hakikaten bu Rumeli insanının garip inanışları karşısında buralı olduğum halde ben bile şaşıyorum. Gerçi daha fenasını Manastır’da kaldığım senelerde görmüştüm. Köylünün biri akrabasından birinin güya mezarından kalktığını iddia ederek kabrini kazmaya kalkmıştı da kadı ve mahkeme heyetinin gözünü korkutmasıyla bu iddiasından vazgeçmişti. Medeniyet ziyasının cihanı nura boğduğu Evropa’nın bağrında böylesi adetler, örfler kim bilir nasıl kalmıştır?
Faytoncuya beni patika başında beklemesi için tekrar biraz nakit verdikten sonra konağın yolunu takip ettim. Bir müddet sonra patikanın çatallandığını, sol taraftakinin daha uzaklara belki de köylere dek uzanan bir yola döndüğünü, sağdakinin de belli belirsiz duvarları görünen bir konağa doğru uzanan, üstünü yer yer yabani otların bürüdüğü daha küçük bir patika olduğunu görünce konak tarafına saptım. Ben yaklaştıkça koca konak gittikçe ağaçların arasından sıyrılarak ayan beyan göründü. Dört köşesi yüksekçe kule gibi bir yapı ve onun yanında yüksekçe taştan bir bina. Havanın tesiriyle dört bir yan sararmaya başlamış yapraklarla, kurumuş sarmaşıklarla kaplı ve kurumuş ağaçlarla, bahçesinde Frenklere has birkaç mermer heykel ve küçük kuş havuzlarıyla, sarmaşık kaplı duvarlarıyla kasvetli, yalnız bir yapı. Bahçede tek bir kuş cıvıltısı, rüzgâr esintisi yok, etrafta ölüm sessizliği hâkim, yüksek pencereler kalın kadife perdelerle sıkı sıkıya kapalı, sanki hiç açan olmamış gibi kimisinin üstüne sarmaşıkla yapışmış…
Konağın kapısını hafifçe vurup koca kapıdan ses çıkmadığını görünce bu sefer tüm gücümle hızlıca birkaç kere vurdum, işitilmesini umdum içimden. Bir müddet sonra konağın kapısının yüzü peçeyle örtülü, evde dahi kara çarşafla gezen oldukça uzun boylu bir hanımın açtığını gördüm, bu evvelki gece hanemize gelip mektubu bırakan hanım olmalıydı. Kalın bir sesle: “Ağabeyim de bugün yarın gelmenizi bekliyordu. Buyurun…” deyince içeriye girdim. Kâh eski kâh yeni mobilyalar, duvara asılı silahlar ve hayvan postları konağa sanki eski derebeylerinin, ayanların kasırlarının havasını taşıyordu. Ancak kasvetli havası ve yer yer mumlarla aydınlansa bile korkutucu hali, hafiften kadimin Bizans zindanlarını da andırmaktaydı adeta. Ben bu garip konağı seyrederken merdivenlerden aşağıya yaşlıca bir adamın indiğini gördüm. Sırtında ak bir entari, belinde kırmızı kuşak, kafasında kara renkte garip görünüşlü bir takke, elindeki kara bastona dayanarak topallayarak inen, Rumeli muhacirlerini andıran adam yanıma gelir gelmez selam faslını geçerek: “Hele şükür gelebildiniz evladım.” dedi. Sesinden yorgun olduğu anlaşılıyordu. Soluk benzi ve zayıf haliyle bir hastalık taşıyor gibiydi ancak nedenini öğrenemedim. Beni büyükçe bir odaya buyur etti. Duvarlarında kim bilir hani zamanlardan kalma kılıçların yatağanların asılı durduğu, yeşil renkli tozlu perdelerin sıkı sıkıya örtülmüş olduğu, ecnebi işi bir şöminenin üzerinde duvara dayalı büyükçe bir yağlı boya tablonun durduğu garip bir odaydı. Tabloda ayakta durmuş, vakur ve soylu görünen, üzerinde eski devirlerden kalma ecnebi resimlerinden çıkma Osmanlı beyleri gibi giyinmiş, beli kılıçlı eli kamçılı, kır renkli burma pala bıyıklı, sarıklı bir adamın resmi vardı. Ailenin ecdadından bir kimse olmalıydı. Batı tipi koltuklar da gördüğümden ailenin iyiden iyiye alafranga tarzın hâkim olduğu bir yerden göç ettiğini anlamıştım. Acaba Manastır’dan mı gelmişlerdi yoksa Selanik tarafından mı? Hunaşamzade’ye bu sualimi iletince kendilerinin Rusçuk taraflarından geldiğini söyleyince yerini haritada gördüğüm ancak gitmediğim, muhtemelen Frenk adetlerine aşina bir şehir olduğunu tahmin ettim. Ancak ailenin bu denli alaturka giyinmesi acayibime gelmişti. Hüsrev Bey bana ailelerinde yaygın olarak görünen bir tür anemiaya yakalandıklarını ve güneşe dahi çıkamadıklarını söylemişti. Yeğeninin de bu hastalığa yakalandığını ancak kendisinin dışarıda dolaşabildiğini, belki onun bu beladan kurtulabilme umudunun olduğunu anlatım etmişti. Kendisini görüp göremeyeceğimi sorduğunda bahçede olduğunu söyledi. Bu esnada bahçe kapısında iki hanımın seslerini duydum münakaşa ediyorlardı. Tanıdığım bir ses: “Senin için iyi olacak hepimiz için iyi olacak…” derken bana yabancı genç bir hanım sesinin de: “Ölmek istemiyorum anladınız mı?” diyerek uzaklaştığını işittim. Hunaşamzâde Hüsrev Bey: “Biz bugün yarın göçer gideriz dar-ı dünyadan, yeğenim ne pahasına olursa olsun yaşamalı…” babında bir şeyler söyledi.
Yeğeni Elif Hanım’ı görmek için bahçeye çıktığımda olan olmuştu. Sararmış yaprakların yeri halı misali kapladığı, dallarda kalabilenlerinin de ortalığı kırmızılı sarılı bir renk cümbüşüne boğduğu bu bakımsız bahçede, izbe görünümlü bir çardağın altında bir peri kızı görmüştüm adeta. İnsanı vakarından ezecek denli soylu duruşu, gün ışığının altında parıldayan soluk teni ve insana kendini bir garip hissettiren mat bakışlı gözleri. Aileyi mutaassıp zannetmiştim ancak bu hanımın böyle dışarıda bulunabilmesi el muhtemel ailesinin ananevi yapısını reddeden bünyesinden ileri gelmekte diye düşünüyorum. Zira yanına gidince de yabancı bir erkek olmama rağmen beni garipsemedi. Kısa bir konuşa geçti aramızda. Uykusuzluğunu, zaman vakit nükseden uyurgezerliğini anlattı, gün ışığının kendisini rahatsız ettiğini ancak dışarıya çıkabildiğini anlatım etti. Kansızlık yaşadığının aşikâr olduğunu ancak evime dönerek durumu daha iyi teşhis edebileceğimi söyledim. Bana pek iyi bir gözle bakmıyordu, hastalığından mütevellit gelip geçici bir asabiyet haliydi belki de. Bahçeden ayrılmadan önce bir anlığına evin pencerelerinden birinden bana bakan korkunç bir yüz gördüm. Aman yarabbi o ne dehşet şeydi! Bembeyaz suratlar ve öfkeyle bakan gözler! Suret bir anlığına pencereden çekilse de bunun Elif Hanım’ın halası olduğunu anladım. Evin içinde gezmesinin nedeni taassubundan değil a suretinden olacak! Allah’ın işine akıl sır ermez. Demek ki bu aile hastalığı ilerleyen yaşlarda insanı kemirip bu hale sokuyordu. Elif Hanım’ın öfkesi de muhtemelen bunaydı ve iyileştiremeyeceğimi düşündüğünden bana pek soğuk davranmıştı. Hüsrev Bey’e acil bir vaziyet olması halinde bana havadis, bilgi, salık ulaştırabileceğini söyleyerek konaktan ayrıldım. Eve art döndüğümde bizimkilere konağa gitmediğimi belli etmeden doğrudan odama çıktım.
Umuyorum ki Elif Hanım’ın hastalığını iyileştirebileceğim ve tekrar umuyorum ki o soğuk bakışları değişecek ve hayata hep gülerek bakacak… Buna olan itikadım nihayetsiz muhakkak iyileştireceğim onu. Ardından da çıkıp Hüsrev Bey’den Allah’ın emriyle istetirim. Öyle ya Elif Hanım’ı görür görmez sevgisini kazanacağından şüphe duymayan ve onu iyileştiren benden iyi bir aday mi bulacak? Tek sorun bu meseleyi bizimkilere açmak… Acaba öğrenince nasıl karşılık verecekler?
30 Ağustos 317 (12 Eylül 1901)
Bugün evde kızılca kıyamet koptu. Hane halkı Hunaşamzâdelere gittiğimi öğrenmişler. Selim’den mi duydular dedim ama beni taşıyan arabacıdan ahaliye dek yayılmış olmalıydı. Bu Edirne zaten böyledir en küçük bir fısıltı anında tüm şehri dolaşmaya başlar! Beni uyarı etmelerinden bahsedip neden o konağa gittiğimden yakınmalar, bana bir kötülük yapabileceklerine dair korkular, nazara uğrayabileceğime kadar bir dolu şey söylediler. Hastalarımı kabul etmeye başlayınca ortalıktan çekildiler gün akşam olunca tekrar kavga gürültü başladı. Hunaşamzâdelerden bu denli çekince duyuyorlarsa benim Elif Hanım’a olan ilgimi öğrenseler ne buyrulacaktı? Ama olsun tekrar de bundan bahsetmeliyim. Yarına kadar sakinleşirler nasıl olsa…
Bu arada garip bir kâbus gördüm gece. Uzaktan Elif Hanım’a benzettiğim bir kadın sesi. Bakıyorum mezarlık gibi bir yerin ortasında yarı beline dek toprağa gömülmüş bir kadın uzaktan aynı Elif Hanım’a benzetiyorum. Yaklaştıkça dişleri taşra çıkmış, çürük toprak kokan bir mahlûka dönüşüyor. Ay ışığı altında toprakta debelenip taşlara kara tırnaklarını geçirerek çıkmasını seyrediyorum. Topraktan çıkan o şey boğazımı parçalayıp fışkıran kanlardan boğulacağım sıra uyandım. O korku ve dehşet halini tanım etmem imkânsız. O radde gerçekçiydi ki uyandığımda kanın tadını neredeyse ağzımda hissetmekteydim.
Elif Hanım’ın hastalığı için kitaplar karıştırma fırsatı buldum gece. Kansızlığa dair birkaç ilaç tarifi buldum. Ertesi gün de İzak Efendi’ye uğrayıp bu ilaçları temin edip konağa götüreceğim. Avram Efendi’ye de bir uğramak iyi olurdu ama muhtemelen aileye bir faydasının dokunsa benden önce onu çağırırlardı, bu nedenle ona uğramama gerek olacağını zannetmiyorum.
31 Ağustos 317 (13 Eylül 1901)
Ailemin Hunaşamzâdelerin konağına gidip geldiğimi duymalarından beridir evde bir huzursuzluk vardı zaten. Bugün Elif Hanım’a olan ilgimi söyleyince üstüne yeniden konağa gittiğimi öğrenince daha da kötü oldular. Ancak söylenmeliydi.
Bugün sabah erkenden ilaç tarifleriyle İzak Efendi’nin eczanesine gittim. İzak Efendi gerekenleri hazırlarken Avram Efendi de tesadüfen dükkâna geldi. Onunla konuşurken aldığım ilaçları sorunca Hunaşamzâdelerin hastalığından bahsettim. Yüzü kederli bir hale büründü. Daha önce kendisini çağırdıklarını, yağmurlu bir Nisan gecesinde yatağından kaldırıp çağırttıklarını söyledi. Kendine has aksanıyla: “Halası dedikleri hanım bir hayli uzun yapılı, elleri de büyüktü pek bir garibime gitmişti…” diye kendince gördüğü bir acayipliği söyleyiverdi. Ailenin kurtulma ümidinin olmadığı, kızın da kurtulmasına imkân olmayacağı bir garip illete tutulduklarını söyledi. İlaçlarımın bir nebze işe yarayabileceğini ancak en nihayetinde onların ailecek kurtarılamaz bir derde düştüklerini anlatım etti. Canım bir hayli sıkıldı ama belli etmedim. İlaçları aldıktan sonra konağın yolunu tuttum. Yolda Elif Hanım’ı da göreceğimden mütevellit inceden bir sevinç de vardı içimde. Konağa gidince kapıyı Elif Hanım’ın halası açıp ilaçları aldı. Evde kendisinden başka kimsenin olmadığını, ağabeyinin yeğeniyle beraber bir başka köydeki akrabalarını ziyarete gittiğini söyleyerek kapıyı kapattı. Ben de mecburen eve döndüm. Kendilerinden bir havadis, bilgi, salık gelinceye kadar bekleyeceğim artık.
Benim konağa gidişimin dedikodusu daha ben konağa varmadan eve ulaşmış olmalıydı ki evde tekrar gürültü patırtı koptu. Haminnem: “O yeğeni de onlar gibi musibetin tekidir!” deyince, bir anlık asabilikle: “Dikkatli konuşunuz! O musibet dediğiniz hanım benim müstakbel zevcem olacaktır!” deyiverdim. Validem ayrı haminnem ayrı fenalık geçirdi ancak beybabamın kendilerini teskin etmesiyle kendilerine geldiler. Onlara ailenin geçirdiği hastalığı ve benim iyileştirme çabamı anlatınca biraz sıcak bakar gibi oldular ancak tekrar de yelkenleri suya indirmediler. Hala Hunaşamzâdelere dair Edirne halkının beslediği kör itikadı beslemektelerdi. Edirne ahalisinin bunu dedikodu haline getirip bizimkileri korkuya sevk etmesinin payı elbette büyüktü. Bu insanlar garptaki bu kadar ilmi ve fenni harikaya rağmen nasıl eski zamanların kör itikadıyla yaşayabiliyorlar anlaşılır değil. Hoş Rumelinin diğer yakaları çok mu farklı? Selanik dedikleri Manastır dedikleri yerlerde bile şehirden itibaren köylerin, dağ kazalarının ahalisi bizimkilerden daha beter değil mi? Mezar açıp cenaze yakmadan bazı arazileri uğursuz belleyip yanından geçerken istavroz çıkarmalarını kendi gözümle gördüm. Hatta bir seferinde Ohri’deki hastaneyi ziyaretimizin ardından dönüşte sırf o yol üzerinde cadı olduğuna inanılan yaşlı bir kadının evi var diye komitacı tehlikesine rağmen dağ yollarından Manastır’a inişimizi de halen hatırlarım.
Bu arada yediklerimden olacak tekrar bir kâbus gördüm. Bu sefer gece vakti konağa gitmişim güya. Konakta Elif Hanım’ın sesi geliyor onu arıyorum, en son bir mahzenden sesi geliyor. Açar açmaz Elif Hanım’ı görüyorum. Üzerinde kanlı kefenle toprak saçarak üzerime yürüyor. Tam bu esnada o çirkin görünüşlü halası zuhur ediyor karşımda, koca elleriyle boğazımı sıkarak öldürmeye çalışıyordu beni. Zaten ondan sonra kalkıp işte yukarıda yazdığım gündüz ve akşamki işlerimi hallettim ama bu korkulu rüyanın etkisinden bir türlü çıkamadım.
Aslında bu günlüğü yazmaya bile mecalim yoktu da tekrar bir kâbus görünce kalkıp bunları not aldım. Güya camıma Elif Hanım geliyor açmamı söylüyor. Ben camı açtıktan sonrasını hatırlamıyorum ancak korkunç bir başağrısı ve nedensiz bir korku hissiyle uyanıyorum. Tüm bu yaşadıklarım sinirlerimi harap etmiş olmalı…
1 Eylül 317 (14 Eylül 1901)
Bugün yaşadığım bir olay var ki öfkelenmeli miyim yoksa şaşırmalı mı bilemedim. Tekrar de her şeye rağmen yazmalı. Bugün akşam saatlerine kadar hastalar gelip gitti, son hastanın durumu müsait olmadığındann eline geçtiğimi zaman ücretini verebileceğini söyledim. Hastayı uğurladığım sıra kapıya bizim Selim gelmişti. Alelacele beni dükkânına çağırdı. Osmanağazade Şekip Bey’le muhakkak konuşmam gereken bir sorun olduğunu söyledi. Bu ad bana yabancı gelmedi. Zira ta Şark-i Rumeli’ye dek dolaşıp bu havalinin tarihini yazdığı söylenen, destanlardan türkülere bir nice şeyi yazan çelebi bir kimseydi. Ailesi gibi tarım ve ticaretle uğraşmak yerine kendini ilme vermiş bir kimseydi ki üzerinden yıllar geçmesine ve hiç görüşmememize rağmen adını hatırlamıştım. Üstelik Selim mevzunun Hunaşamzâdelerle alakalı olduğunu söyleyince merakımı celp etti. Kalktık gittik Selim’in dükkânına.
Şekip Bey hoş sohbet biriydi, havadan sudan konuştuktan sonra Selim: “Aga hani Hunaşamzâdelerin bahsi geçince tövbe estağfurullah çekip bir şeyler anlattın ya hadi tekrar anlat…” deyiverdi. Adamcağız sanki kan dökmüş eşkıya eskisi bir komitacıyı anlatır gibi “Akşam akşam anlatılması, adlarının anılması iyi değildir ya anlatalım tekrar de…” dedi. Korkusunun sebebini sorunca aramızda aşağı yukarı şöyle uzunca bir konuşma geçti:
“Bu Hunaşamzâdelere duyulan korkunun müsebbibi nedendir?”
“Edirne ahalisinin ve tabi benim de çok kerelere tesadüf ettiği cesetler. Boyunları parçalanmış, bembeyaz cesetler. Hepsi de o konak civarındadır. Yirmi beş yıl önce yaptırdıkları o uğursuz konağın! Siz uzun seneler Edirne’den ırak kaldığınız için pek tabi tesadüf etmemişsinizdir.”
“İyi de Şekip Bey ben ta Manastır’dan kalkıp gelmişim. Komitacılar, haydutlar Allah’ın her günü tavuk boğazlar gibi adam boğazlarlardı. Burada da öyle olmadığı ne malum? Hem ilmin ve fennin harikalarının zamanında yaşamıyor muyuz? Ne belli müsebbibinin mezkûr aile olduğu?”
“Şayet sülalenin mazisini tetkik etmesem ben de sizin gibi düşünecektim. Ancak üzülerek söylemeliyim ki o aile pek tekin değildir. Siz bilmezsiniz Nazmi Bey kardeşim. Bu ailenin mazisini, asıl namlarını pek kimse bilmez. Şayet bilseler yaşayacakları korku, duydukları çekincenin yanında devede kulak kalır.”
“Aileyi tetkik etme ihtiyacını neden duydunuz?”
“Belki malumatınız yoktur ben müverrihliğe meyilli ayıptır söylemesi biraz mütecessis bir kimseyimdir. Yani birçok mevzuya özellikle geçmişe meraklıyımdır. Kendi yerel tarih kitabımı telif etmekteyim. özellikle Edirne’nin eski aileleri ve tarihiyle alakalı birçok köyleri ve şehirleri gezdim. Pek uzaklara gitmeye ihtiyacım olmadı. Yalnız Hunaşamzâdeleri yazmaya başlayınca çaresiz kaldım. Aileyle görüşemedim. Aile de buralardan olmadığından başka bir kimseden de öğrenemedim. Bu yüzden Meriç’in öte köylerine geçip ailenin konakladığı yerleri aradım. Bulmam zor olmadı. Yirmi küsur yıl geçmesine rağmen halen insanlar bir dönemler boğazı parçalanmış cesetler görünce ister istemez hatırlıyorlardı. Baktım izleri ta Koca Balkanların ötesine gidiyor ben de uzun bir seyahate çıkıp ta Rusçuk’a kadar gittim. Orada geçkin yaşlarına karşın halen yaşayan, kimi Müslüman kimi gayrimüslim pek çok kimseyle konuştum. Hatta bazı Bulgar müverrihlerden yardım gördüm. Bu melun ailenin adı ancak hakiki adı halen oralarda korkulu hikâyelerle anlatılmaktadır.”
“Ailenin adı dediniz. Hunaşamzâde zaten garip bir isim, kan içen, kan döken gibi bir manaya geliyor hakkı-ı aliniz var. Ancak bu zannımca ailenin Rumelinin serhat cengâverlerinden kalma bir ad olmalı. Zira konaklarına gittiğimde duvarlarda asılı pek çok eski silah gördüm.”
“Hayır efendim alakası yoktur. Hem ailenin asıl adı farklıdır. Perioğulları olarak zikredilirler geldikleri yerde. Rumelinin eski ayan ailelerindendir. Ancak pek öyle tekin bir aile değillerdir. Rusçuk’un Mezarhisar diye çoktan tarihe karışmış bir mevkiinin sahibiymiş bu aile. Böyle bir yer artık ismen vardır, savaş zamanı tahrip edilmiş tahrirlerde bile ya var ya yok bir mevki.”
“Ailenin korku uyandırmasının sebebi nedir peki?”
“Anlatacağım bey kardeşim. Perioğulları, Sultan Mahmud zamanında bu Mezarhisar mevkiinde türedi bir mütegallibe olan Perioğlu Kasım Bey’in torunlarıymış bu sülale. Bu Perioğlu Kasım Bey o civarda halen beddualarla hatırlanan zalim bir kimseymiş. Gaddarlıkta had sınır tanımaz, yok pahasına vergi toplar, can almaktan çekinmezmiş. Kimsenin ilişemediği, korktuğu bir ayanmış. Emrinde sayısız adamı falan da yokmuş. Geldiği aileden çekinirlermiş. Bu şahsın babası söylenenlere bakılırsa Rüstem Beşe diye bir başka mütegallibe. Sultan Selim zamanında artık nasıl yaptı bilinmez Mezarhisar’ın ayanlığını elde etmiş yeniçerilikten gelme bir kimse. Bir gün avlanırken Tuna’nın karşısına geçmesi iktiza etmiş, dağlara vurmuş kendini. Güya orada bir peri kızıyla münasebet kurmuş. Fırtınalı bir gece Rüstem Beşe’nin kapısına zebella gibi kimseler dayanmış Mezarhisar’ın orta yerinden geçip kapısına bir çocuk bırakıp gitmişler. Rüstem Beşe de: “Ben yediğim herzeyi bilirim!” dercesine çocuğa sahip çıkmış, evladı olduğunu söylemiş. Buna orada denk geldiğim Rüstem Beşe’nin ilk hanımından olma oğlunun sülalesinden gelip hala Rusçuk’ta yaşan torunlarından duydum. Ancak bu akrabalığı pek kabul etmezler: “Onlara Perioğlu derler biz Rüstemoğlu’yuz!” dediler. İşte Perioğlu Kasım Bey bu çocuktur. İnsanüstü bir yaradılışı olduğu söylenen, heybetli bir kimseymiş. Üvey ağabeyi ve evladı Rusçuk’a kaçmış sırf onunla yan yana kalmamak için o denli korkulur bir kimseymiş.”
“Sadece heybetli olduğundan, zalimliğinden korkulur değil a vardır bir sebebi?”
“Doğru buyurdunuz bey kardeşim. Ben Rusçuk’tayken duyduklarımı söylüyorum. Ağzımı açıp tek bir laf demememe rağmen o civardaki kimselerin Hunaşamzâde adını duyar duymaz: “Kan içen melunlar!” demelerini kendi kulağımla işittim. Hatta Rüstemoğlu ailesinin kendileri söylediler büyük dedelerinin bu yüzden Mezarhisar’dan kaçtıklarını. Bu bir şey değil. Seksenlik bir kilise papazı da bunu tasdiklemiş, kanlı cesetlere dair hikâyeleri çocukluğunda gençliğinde hep duyduğunu kendi de bazı cesetleri gördüğünü söylemiştir gözümün önünde. Demesine göre o mahallin ismi önceden sadece Hisar diye anılırken o cesetlerden sonra Mezarhisar diye anılır olduğunu da söyledi. Köyden hallice kasabadan küçük o harabeleri ben de gezdim, Rusçuk’un burnunun dibinde bir yer.”
“Ben bu Rumeli ahalisinden çok hikâye dinledim ama böylesini evvelden hiç işitmedim! Pekiyi, madem böylesine tehlikeli bir sülaleydi de yaşamalarına nasıl müsaade edilmiş?”
“Adam ayan bey kardeşim. Devlete baş tutanından değil jandarma gördüğü zaman boyun eğip köylüyü görende aslan kesilen cinsinden hem de! Böylesini devlete ne yüzle gidip şikayet edeceksin? Şimdi ileri art konuştuk diye hafiyelik eden çıkar maazallah ama hakikaten o vakitler dar zamanlarmış. Daha acayibini söyleyeyim bey kardeşim bu Perioğlu Kasım Bey yüz yaşına kadar yaşamış. Yani çocukları, torunları falan hep yanındaymış bunun görmüşler, öldüğünü hiç işitmemişler bu aileden kimselerin. Kan içtikleri için ölmedikleri garip bir ömür sürdüklerini söylerler. Bulgar gâvurunun upir dediği bizimkilerin cadı, hortlak dediği cinsten bir mahlûk mudur bilmem. Ama lanetlenmişler denilene göre, aile üyelerinden bir kimsenin öldüğünü duysalar bile canlı gibi gezip dolaştığını görmüşler, say ki hortlaklarla koyun koyuna yaşarlarmış. Bu nedenle aileye Farisi dilinde “Hunaşam” yani “kan içen, kan içici” anlamında “Hunaşamzâdeler” demişler. Doksanüç Harbi’nden önce vefat etmiş Kasım Bey, cenazesini halen hatırlayanlar vardı anlattıkları kadarıyla. Doksanüç Harbi’nde bir kısım Moskof askerinin kanları çekilmiş cesetleri bulununca civarda Mezarhisar’ı talan etmişler, Hunaşamzadeler de o yandan kaçmış. İşte Edirne’ye gelene kadar bir yıl zarfında Tırnova’ya, oradan Eski Zağra’ya, oradan da Meriç boylarına inip Edirne’ye gelerek bugünkü o konağı yaptırıp yerleşmişler. Meriç köylerinden birinde bir kara faytonla gider dört kişi görmüşler. Bunların ardı sıra da muhacir katarlarından kaybolup giden çocuklar, cesedi bulunan eşkıyalar almış yürümüş tabi.”
“Şayet konakta üç kişi varsa ve Hüsrev Bey, Elif Hanım’ın annesiyle babasının vefat ettiğini söylediğine bakılırsa hesap tutuyor! Pekiyi, bu aile bugün ayan değil bir şey değil neden devlet önlem almıyor?”
“Bilinmez bey kardeşim. Artık rüşvet mi yediriyorlar yahut şeytanlardan ifritlerden yardım mı görüyorlar Allah bilir! İnsanlar da ilişemez bunlara basit kolay. Zira bunlar bildikleri ecinnilere benzemez. Bu ailede lanet o’dur ki bir masum dahi olsa öldüklerinde hortlarlar! Ne yalan söyleyeyim ben de bu kabule katılmıyor değilim.”
“Yanılıyorsunuz efendim. Bu bir tür aile hastalığı olmalı zira yeğenini muayene ettim. Soya bağlı bir rahatsızlık. Ecnebilerin porfiriya dediği cinsten bir musibet. Bu hastalık henüz birkaç yıl öncesine kadar garplı alimler Feliks Hop-Seylır ve Berınd Stukvis tarafından teşhis edilmiştir. Bu hastalar sürekli kan kaybettikleri, ışığa duyarlı oldukları ve bazı sinir rahatsızlıkları geçirdiğinden, üstelik ciltlerindeki bozulmalarla meydana çıktığından eski zaman insanlarınca hortlak addedilmişlerdir. Bu bilim irfan devrinde kocakarı hurafelerine inanılır mı?”
“Sizi zorlayamam ama tekrar de bey kardeşim güneş battıktan sonra o civara sakın gitmeyin. Buralarda halen eşkıyalardan komitacılardan daha korkunç kimseler cirit atmaktadır! Ben o saydığınız âlimleri bilmem ama o kanlı cesetlerin bulunmasına şahitlik eden pek çok kimse sayabilirim!”
Ne garip bir mesele…
Eski kamu hikâyelerinin halen inanılmasına şaşırırdım ama bu anlatılanlarda korkutucu bir hakikat olduğunu hissediyorum. Ben öğrenim görmüş bir kimseyim neticede böyle hurafelere gülüp geçerim ancak tekrar de içimi kemiren bir şüphe de var zira eve dönerken yolda rastladığım bir jandarma ahbabım da benzeri bir ifadede bulundu.
Biliyorum ki bu amansız bir hastalık. Kim bilir zavallı Hunaşamzâdeler yıllarca bu hastalıkla nasıl uğraştılar? Ya ahalinin kendilerine karşı duydukları korku ve haklarında uydurdukları efsanelere nasıl dayanabildiler? Diğer yandan şu kanı çekilen cesetler meselesini nasıl açıklamalı? En iyisi Hunaşamzâdelerin konağına tekrar gittiğimde bunlardan bahsedip hiç canlarını sıkmamalı. Diğer yandan Elif Hanım’ın bu musibeti atlatamama ihtimali, tıpkı ailesinin öbür fertleri gibi hayatlarını yitirmeleri ya da güzelliğini yitirmesi…
Ne pahasına olursa olsun Elif Hanım’ı yaşatmalıyım. Güzelliğini yitirse ne gam! Ona duyduğum bu ani his elbette sıradan bir hoşlanma olmamalı.
His dünyamın derinliklerinde bir yerde onun bir parçam olduğunu hissediyorum. Hatta tuhaftır kimi yanı başımdaymış gibi hissediyorum.
2 Eylül 317 (15 Eylül 1901)
İnsan ömrü birçok garip hakikate gebe… Çoğumuz bunlara denk gelmeden yaşayıp gidiyoruz ama kimi yollarımız kesişebiliyor. Tıpkı bugün yaşadıklarım gibi.
Tekrar garip kâbuslarla geçirdiğim bir gecenin sabahında validem uyandırdı. Rüyayı hatırlayamıyorum ama bölük pörçük kanlı kefenlere bürünmüş kimselerin peşime düştüğü, tekrar Elif Hanım’ın tıpkı halası gibi korkutucu bir siluetle arz-ı endam ettiği korkulu bir düş olmalı. Kapıya Hunaşamzâdelerden bir kimsenin geldiğini söylenince içeriye buyur etmelerini söyledim. Valide hanım “Ben haneme tövbe billah sokmam o musibeti!” deyince biraz bekletmesini söyleyerek aceleyle giyinip aşağıya indim. Tahmin ettiğim gibi Elif Hanım’ın halası kapıdaydı. Bir zamanların korku uyandıran ailesinin işte geldiği hal, bir uşakları yanaşmaları dahi yok bu kadıncağız her işe koşturmakta! Elif Hanım’ın rahatsızlandığını, çabuk gelmem gerektiğini söyleyince çantamı kapıp redingotumu sırtıma geçirir geçirmez hala hanımın ardına düştüm. Kiralamış olduğu faytonla konağa geldik.
Konağa gelir gelmez Hüsrev Bey beni Elif Hanım’ın odasına çıkardı. Sıklıkla midesinin bulandığını, zaman vakit da nefesinin kesilir gibi olduğunu söyledi. Son gördüğümden daha kötü bir haldeydi. Benzi solmuştu, gözlerini kimi açıyor hazin hazin baktıktan sonra kapatıyordu. Güçlükle soluk aldığı belliydi. Nabzını ölçtükten sonra Manastır’da da sıklıkla kullandığım soluk darlığına iyi gelebilecek bir şurup hazırlattım. Elif Hanım şurubun iyi geldiğini söyleyerek uykuya dalınca Hüsrev Bey, “Şehnaz sen yandaki odayı hazırla…” der demez Elif Hanım’ın halası odadan çıktı. O çıkar çıkmaz Hüsrev Bey: “Birazdan Şehnaz’ı size gönderir bizde kalacağınızı havadis, bilgi, salık ederim. Yeğenimin hayatı söz konusu olduğundan bir müddet bizimle kalmanız iktiza eder…” dedi. Ona kalmamda hiçbir sorun olmayacağını söyledim. Kalmamı söylemeseler bile Elif Hanım’ın başından ayrılamazdım. Kendisi de bu ilgimi anlamış olmalı ki sanki zihnimi okumuşçasına: “Yeğenime olan alaka ve alakanızı anlıyorum. Niyetinizin ağırbaşlı olduğunu da biliyorum. Tüm bu fedakârlığa onun için katlanıyorsunuz. Ancak tekrar de kendinize dikkat etmenizi tavsiye ederim…” dedi. Bana garip geldi haliyle böyle bir ikazda bulunması. “İstemeden bir kusur mu işledim?” diye sorunca yüzü daha da ciddileşti: “Hayır bu bir tehdit değil. Yapılması iktiza eden bir ikaz… Uzunca bir süre Edirne’de bulunmadığınız anlaşılıyor. Zira hiçbir Edirneli öyle elini kolunu sallayarak hanemize gelemez. Ancak muhakkak bize dair bazı rivayetler işitmişsinizdir…” dedi. Ona ailesinin geldiği yerle ilgili duyduklarımı söyleyince önce şaşırdı. Ardından son radde ağırbaşlı bir ifadeyle kanımı donduran şu ifadede bulundu: “Madem bu kadar şeyi biliyorsunuz bizi de tanıyorsunuz demektir. Size tavsiyem bu söylenenleri ciddiye almanızdır!”
Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Hakkında hortlak, cadı söylentileri uydurulan bir insanın kalkıp “Evet söylenenler doğrudur!” demesi akılla açıklama edilemezdi. Rivayetlerin tesirinde kalarak çocukluktan beridir bu önyargıyla büyüdüklerinden kendilerini hortlak zannedebileceklerini söyleyince yeryüzünde belki de görülebilecek en garip şeyi gördüm. Gözleri kırmızılaşıp adeta kor gibi parıldamaya başladı, azı dişlerinin de taşra çıkıp dudaklarına dek uzadığını gördüm. Görünüşü değişmiş, o yorgun adam yerine heybetli bir kimse gelmiş gibiydi. Zihnim oyun oynuyor sandım ama gerçekti. Ardından yeniden eski haline dönüp: “Ailemiz maalesef taşımak zorunda bırakıldığımız bir lanetin eziyetini çekmekte. Babam Kasım Bey bu lanetinden memnundu, ömrünü kan içerek geçirdi. Biz memnun değildik, acı çekiyorduk. İnsandan doğma olduğumuzdan topraktan olma kardeşlerimize böyle kıyılmasını hazmedemiyorduk. Çoğu kardeşim onun daha çok kudret kazanması için hayatını feda etti, acımadan yavrularının bile kanını içti! Bir gün kardeşim Akif’in de canını almak isteyince güç bela Rusçuk’taki köşkümüzün mahzenine kapattık. Kansızlıktan öldü. Biz de kan içmek zorunda kaldık ancak babamız kadar değildi. Moskof yerimizi yurdumuzu yakınca geceleri mağaralarda, harabelerde konaklayarak emin bir yer aradık. Buraya yerleştiğimizde bu lanetten kurtulmanın çaresini çok aradık ama bulamadık. Akif ve hanımı öldü. Bizimle gelen diğer akrabamız, üvey kardeşlerimiz falan hep öldü. Biz de kana olan susuzluğumuzu az çok gidererek Şehnaz ile hayatta kalabildik. Tabi buna yaşam denirse. Elif insan doğdu. Eğer onu kurtarabilirseniz bizim gibi olmayacaktır. Sizi kendi ellerimle evlendiririm! Ancak ölmemesi için çabalayın ne olur! Yeğenimin yaşamasını istiyorum. Ölümü eceliyle tatmalı, gençliğini yaşadıktan sonra…”
“O da sizin gibi olsa yaşamaz mı?”
“Masum insanlarının ahını alarak canlarını çalarak yaşamak mı? Bu lanet eğer son bulacaksa yeğenimle son bulsun daha iyi… Ona da razıyım…”
Ne garip şey… İlmin son harikalarının yaşandığı bu zamanda gazetecilerin ve ilimle uğraşanların gözünden kaçmış bir tuhaflık. Kanlı canlı hortlaklar hem de insan misali konuşan, yürüyen hortlaklar.
Bu satırları konakta, Elif Hanım’ın başucunda yazmaktayım. Onun ölmesine niyetim yok, elimden geldiğince onu yaşatmaya çabalayacağım. Şimdi zaman gece… Dışarıdan ötücü gece kuşlarının sesleri geliyor, kimi de konağın içinden sebebi meçhul tahta gıcırtıları duyuluyor. Hortlaklarla koyun koyuna aynı çatı altında… Haminnemin kış gecelerinde anlattığı korkulu masallar misali… Aslında bu konakta gece vakti herhangi bir insan kalamaz, mümkün değil ürpermeden duramaz hele ki bir de içindekilerin ne olduğunu bildikten sonra. Elif Hanım olmasa, perde arasından süzülen ay ışığında onu görmesem mümkün değil kalamam burada. Beni gecenin korkularından koruyan onun varlığı sanki…
3 Eylül 317 (16 Eylül 1901)
Yazmaya gücüm yok. Tekrar de yazmalıyım bu acıyı. Elif Hanım’ın öldüğünü, ellerimde can verdiğini defterime yazmak sanki derime yazıyormuşum gibi acı veriyor ancak tasavvur edilemez denli muazzam bir acı bu…
Sabaha karşı nefesi kesilir gibi oldu. Camları açtım biraz iyi gelir gibi oldu ancak fenalaşması sürdü. Gün doğduğunda çoktan vefat etmişti. Halasıyla amcasının kanlı gözyaşları döktüklerine şahit oldum ancak bu acayipliğe şaşıramayacak denli acılara boğulmuş durumdayım.
Hortlak olduklarından mütevellit öyle imamlı dualı bir cenaze düzen edilemedi haliyle. Konağın bahçesindeki kümbet benzeri bir yeraltı türbesine indirdik onu. Üçü boş yekün on beş mezar vardı. Bazısı toprak hazneyle bilindik mezartaşlarıyla arzı endam etmekteydi. Bazıları ise lahit şeklindeydi. Üzerlerinde mezartaşlarına has yazıyla isimler vardı. Elif’i boş bir lahde koyduktan sonra saçlarından bir bukle almak için amcasından müsaade istedim. O saç buklesini aldıktan sonra kendisinin adını taşıyan bir lahit kapağını lahdin üzerine örttük. Lahitteki “Hunaşamzade Elif Hanım” yazısı tabiri caizse beni mahvetti. Yağmurlu ve karanlık bir havada konaktan ayrıldım.
Odama çıktığımda ailem yüzümün kül rengi halinden korkuya kapıldıysa da ben pek konuşmayınca üzerime varmadılar. Şimdi odamdayım. Son karşılıksız sevdamı düşlüyorum, ölmeden önce ona sevdiğimi söyleyemediğime yanıyorum. Elimdeki saç buklesi kor gibi yakıyor avcumu, damarlarımdan yürüyen alevler kalbimi sarıyor…
4 Eylül 317 (17 Eylül 1901)
Hayatımda ilk kere meyhaneye gittim. Önceleri meyhanelere gidenlere pek sağlıklı kimse gözüyle bakmaz, kendilerine ziyan vermelerinden ötürü kızardım bile. Şimdi anlıyorum ki o insanlar hakikaten de iyi şeyler yaşamış değiller. Şimdi anlıyorum ki böyle durumlarda kendine ziyan verme isteği çok olağan bir şey.
Buna Elif Hanım’la ilgili gördüğüm bir kâbus da neden oldu. Güya camıma gelmiş, bana sarılıyor, düş meyal görüyorum. Uyandığım da bunun düş olduğunu anlayınca üzüntümden ağladım. Ailesi belki de lanetin sona ermesi adına onun ölümünden sevinç bile duymuştur kim bilir?
Kimseyi istemiyordum yanımda, mani olacakları çünkü. Meyhaneleriyle ünlü diye duyduğum Kaleiçi semtine geldim. Bir dükkândan acı müzik sesleri yükseliyordu, birileri Rumca şarkı söylüyordu. Şarkı sözlerine kimi Türkçe karışıyordu, insanın acısını deşeliyor ancak bir nebze de huzur veriyordu.
Meyhaneye girdiğimde çalgıcıların dibine oturdum. Karanlık bir mekân, insanın içine gam kasavet çörekleniveriyor. Şarap getirdi yaşı geçkince bir Rum saki: “Buna ancak şarap iyi gelir…” dedi. Kaç bardak aktı, kaç şarkı değişti… Sarhoşluk hali bambaşka, unutmak istedikçe unutmak istediğini hatırlıyorsun… Ruhuna hüzün doluyor insanın, o radde ki ellerini uzatsan melankoliayı tutarsın!
İçtikçe ağladım, anlamını bilmediğim şarkıların tegannilerine ağladım, Elif Hanım’ın buklesi kor gibi yakıyordu bedenimi… Eve nasıl döndüm, bu satırları nasıl yazdım bilmiyorum. Ancak Elif Hanım’ın buklesi hala acı veriyor…
Ölümün soğuk kollarında yatan kaybettiğim sevdam, kâbuslarımda buluşabildiğim Elif! Keşke her gece kâbus görsem! Her gece Elif’im zuhur etse kâbuslarımda da buluşsam…
5 Eylül 317 (18 Eylül 1901)
Artık şaraptan mı Elif’imin yokluğundan mı bilmem yataklara düştüm. Kıpırdamaya mecalim yok. Kimseyi kabul etmedim. Yazmaya bile mecalim yok. Yalnızca geceki birkaç kâbusta Elif’imle buluştum. O kadar güzeldi ki onun varlığı korkmaya bile mecal bulamadım. Her uyku kâbus demek, her kâbus onunla buluşabilmem demek…
6 Eylül 317 (19 Eylül 1901)
Ölümüm aşkın elinden olacaksa ne gam! Rahatsızlığım iki günde nasıl ilerledi, bana ne oldu bilmiyorum. Avram Efendi de anlayamadı, kan kusup kusmadığımı sordu. Kansızlık çektiğimi söyledi.
Umurumda değil. Elif’imle kâbuslarda buluşacağımıza eminim. Onunla olduğumuz sürece ölmek, yaşamak benim için hiçbir şey anlatım etmiyor.
13 Eylül 317 (26 Eylül 1901) (Tahrir eden: Selim)
Bunu rahmetlinin defterine yazmak ne denli doğru bilmiyorum ama bu esrarlı hadiselerin neticelenmesine dair yaşananları yazmalıyım. 7 Eylül sabahı Nazmi vefat etti. Kan kaybı dediler. Ancak hiç kan izi olmaması hem Avram Efendi’nin hem bizim dikkatimizi çekti.
Vefatından bir gece sonra Nazmi’nin evlerinin penceresinde görüldüğü şayiası çıktı. Güya kanlı kefeniyle kalkıp ortalıkta yürümüş, sonra evin dışında görülmüş. Bu söylenti ertesi gece de çıkınca, bizim Osmanağazade Şekip Aga yeniden beni ziyaret etti. Rivayet onun kulağına kadar gelmiş. Meselede bir bit yeniği olduğunu söyledi.
Bir gece evin dışında nöbet tuttuğumuzda ikimiz de onun gelip gidişini, camlara, kapıya vurmasını gördük. Korkumuzdan seslenemedik bile zira sokak fenerleri altında kanlı kefeni, kıpkırmızı gözleri ve taşra çıkmış dişleriyle bir garip görünüyordu. Hortlak meselini duyardık hep ama bu radde aşina olduğumuz bir sorun değildi.
Gündüz gözü eve gittiğimizde validesiyle haminnesini ağlarken bulduk. Rahmetlinin hatıratını bulmuşlar, bey babasına okutmuşlar “Cadı soyları! Evladımıza büyü yaptılar!” diye söylenmektelerdi. Hatıratı okuyunca karşımıza
Hunaşamzâdelerin çıkmasına pek de şaşırmadık.
Şekip Aga onu kurtarmak için kendisini hortlatan büyük hortlağın öldürülmesi gerektiğini iktiza etti. Ancak bu bizim derhal yapabileceğimiz bir iş değildi. Evvela Edirne Eski Camii İmamı Hafız Mehmed Efendi’ye gittik. Bu konuyla alakalı ağzını arayıp bir fetva var mıdır mevzusunu açtık. Oğlu Hafız Rakım bir fetvadan bahsetti ta Sultan Süleyman devri âlimlerinden Ebusuud Efendi’nin. Hortlak ve cadının defi için kalplerinden kazıklanıp kafalarının kesilip başka yere gömülmesine cevaz veriliyordu.
Biz de evvela Hunaşamzade konağını bastık. Hatıratta bahsi geçen halayla amcanın cesetlerini ele geçirip yaktık. Böylece o lanetli sülalenin kökü öylece kurutuldu. Nazmi’yi de kazıkla baş kesmeyle temize havale etmek zorunda kaldık.
Allah günah